Kur’an-ı Kerim’de savaş kaçınılmaz bir duruma geldiğinde, çağın diline uygun olarak savaşa izin veren ve onu teşvik eden cihad ayetleri bulunmakla beraber sulhu teşvik eden ve barış antlaşmalarına yer veren ayetler de bulunmaktadır. Dolayısıyla birbirine zıt gibi görünen savaş ve barış ile ilgili ayetlerde bizi yanlış anlamadan koruyacak olan şey; bu ayetlerin inmiş olduğu çağın savaş, barış ve var olma algılarını yansıttığını bilmektir. Siyer de bu algıyı anlamada bize yardımcı olacak olan en önemli ilimlerdendir. Buna göre Hz. Peygamberin Medine dönemindeki cihad uygulamaları; o dönemde bir devletin varlığını her türlü tehlikelerden uzak bir şekilde devam ettirebilmek için ortaya koyması gereken bir devlet refleksi idi. Dönemin devletler hukukuna aykırı bir uygulama asla söz konusu değildi. Yani, cihad ile çağın var olma anlayışı ne ise o anlayışa uygun bir üslup ve uygulama ortaya konuldu.
Cihad uygulamaları her ne kadar Medine döneminde gerçekleşseler de onların izlerinin Mekke’ye dayandığı aşikârdır. Hz. Peygamber, müşriklerin karşısına savaş ve düşmanlık sözleri ile değil, aksine, içinde birtakım imanî ve ahlakî direktifler barındıran sözlerle çıkmış olmasına rağmen onların tepkisi çok farklı oldu. Yeni bir ahlak ve düzen öneren söze tahammülsüzlük, işi sözün sahibine ve bağlılarına karşı hazımsızlığa vardırdı. Bu hazımsızlık da müslüman olanlara hakaret, tehdit, tâciz, işkence, dövme ve öldürme şeklinde ortaya konuldu. Bu netameli duruma dayanamayan müslümanlar anayurtlarından hicret etmek zorunda kaldılar. Hicret eden müslümanlarm ev ve arazileri gasp edildi. Dolayısıyla zâten ilan edilmiş tek taraflı bir savaş söz konusu idi. Bu yüzden Medine’ye yerleşildikten bir müddet sonra savaşa izin verilmesiyle birlikte müşrik kervanlarına yönelik yapılan ilk seriyye ve gazvelerin, maddi kayıpların tazmini amacıyla yapıldığı söylenebilir.